Fransız sosyolog Robert Castel’e göre Marjinallik sözcüğü bir metafordur ve toplumsal alanın bir merkez ile bir çevreye bölünmüşlüğüne gönderme yapar. Burada ifade edilen ‘merkez’ egemen anlayışı ifade ederken; ‘çevre’ ise egemen anlayışın dikte ettiği norm ve kabullerin uygulama alanı olan toplumsal figürlerdir. Merkez; bir devleti, sosyal topluluğu ya da aileyi temsil edebilir ve dayatılan kabuller doğrultusunda çevrenin normlara uygun davranması beklenir. Farklı kullanım alanları olsa da marjinallik kavramı modern toplumda genel olarak hâkim anlayışın tersi istikametinde giden; çoğu zaman onu reddeden bir ‘ötekilik’ durumunu sembolize eder.
Kore Cumhuriyeti’nin (Güney Kore) 50’ler sonrasında ekonomi ve refah seviyesi açısından olağanüstü bir sıçrama gösterdiği modernizasyonunun sonuçlarına rağmen saygıya dayalı ataerkil kültürünün de büyük ölçüde korunduğu bilinmektedir. Erkeğin öncelikli söz hakkına sahip olduğu sıradan ve düzene bağlı ‘normal’ bir orta sınıf ailesinde ‘düzenbozan’ bir gelişme olursa ne olur? Vejetaryen belki tam olarak bu sorunun cevabıyla ilgilenmeyen bir kitap; ancak merkez ve çevre ekseninde gidegelen bu uyumluluğun bir gece ansızın bozulmasıyla başlayan hikâyesi bu soruyu da sormamızı sağlıyor.
Güney Koreli yazar Han Kang tarafından yazılan kitap, Güney Kore’de 2007 senesinde yayımlanmasına rağmen 2016 senesinde aralarında Orhan Pamuk’un da yer aldığı bir kısım yazarın kitabı arasından sıyrılarak, yabancı dilden çevrilen en iyi kitap olarak seçildiği Uluslararası Man Brooker ödülünü kazanmasıyla dünya çapında adından söz ettirmiş. April Yayınları’ndan çıkan kitabın çevirisini yapan isim ise Kore Devlet Başkanlığı Nişanı da bulunan akademisyen Göksel Türközü. Kitap, esasen yazar Han Kang’ın daha önce yayımladığı ‘Kadınımın Meyvesi’ isimli 2005 tarihli bir öyküden esinlenilmiş ve birbiriyle organik bağa sahip üç farklı öykünün birleşmesiyle oluşturulmuş.
Kadınımın Meyvesi isimli öykü, bir kadının apartman dairesindeki balkonunda bitkiye dönüşmesi ve birlikte yaşadığı adamın onu bir saksıya dikmesini anlatan sembolik bir hikâyeye sahip. Vejetaryen ise merkezinde Yonğhe isimli kocasına ve geleneklerine bağlı, dikkat çekici hiçbir cazibesi bulunmayan, sıradan ve pasif Güney Koreli bir kadının bir gece ansızın “vejetaryen” olmaya karar vermesini ve yakın çevresini doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemesi üzerine kurulu bir ‘dönüşüm’ hikâyesi sunuyor. Tıpkı sabah uyandığında kendini bir hamamböceğine dönüşmüş olarak bulan Gregor Samsa’nın hikâyesindeki gibi Yonğhe’de bir gece ansızın ‘vejetaryen’ olmaya karar veriyor ve buzdolabındaki et, yumurta, süt gibi bütün hayvansal gıdaları çöpe boşaltıyor.
Kafka İzleri
Kafka’nın Dönüşüm’ünün Kang’ın kitabına büyük bir ilham kaynağı olduğu söylenebilir; ancak pratikteki temel farklılıklar öykü ilerledikçe kendini göstermeye başlıyor. En başta, Yonğhe’nin dönüşümü bir metamorfozdan ziyade zihinsel ve ruhsal bir dönüşümü temsil ediyor. Yonğhe’nin bu radikal değişimi kocası, eniştesi ve ablası gibi farklı karakterlerin gözünden anlatılırken, kendi iç dünyasıyla tek etkileşimimiz kabuslarını bize aktarırken birkaç defa duyduğumuz iç sesi oluyor. Gene Dönüşüm’de olduğu gibi geleneklere bağlı ailenin –özellikle babanın- Yonğhe üzerindeki şiddet dozu artan otoritesi, karakterin içerden gözlemleyemediğimiz ruhsal kayboluşunu perçinliyor.
Yonğhe’nin ani dönüşümünün ilk tanığı, hayatta her daim orta yola yatkın olduğunu ifade eden normal bir beyaz yakalı olan kocası oluyor. Hayatı boyunca sıradışı pek bir olayla karşılaşmamış, fazla nitelikli biri olmayan kocası, bir gece vakti şahit olduğu bu olay karşısında karısının vejetaryen olduğuna kanaat getiriyor. Vejetaryenliği toplumda yayılan bir tür sapma/moda olarak görmesi, karısını anlamaya çalışmak için çaba göstermeye yanaşmayan boşvermişliği karı-koca ilişkisini giderek kopma noktasına getiriyor. Zaten, “Yumurtaları da attım, sütü de bıraktım” diyen Yonğhe, veganlığa geçtiğini açık bir şekilde gösterse de kitap kavramların içeriğiyle fazla ilgilenmeden, kavramları ve kişileri politize etmeden daha çok “et yememek” bağlamında yaygın olarak bilinen vejetaryenlik kavramını kullanıyor. Yonğhe kitapta hiçbir zaman kendini vejetaryen olarak nitelendirmediği gibi ona bu sıfatı uygun gören çevresinin gözünden aktarılan kurgu, bu kavramın bilinçli olarak kullanıldığını gösterebilir.
Normal ile Anormalin Çatışması
İlgi çekici olmayan, tek düze bir hayata sahip kocanın, karısındaki bu ani değişime adapte olması çok da zor olmuyor. Bu tekdüzeliği parçalarcasına hayatlarına giren köklü değişime rağmen sıradan hayatlarını sürdürme telaşesiyle kocanın bildiğinden şaşmaması, ne olursa olsun hayatında bu tür ‘sapma’lara geçit vermeye yanaşmayan bir konformizmin yansıması gibi duruyor. Ancak bu rahatlık, kocanın Yonğhe’yi sosyal hayatın içine; bizzat işyerindeki patronu ve eşiyle yemeğe çıkarması gerektiğinden bozuntuya uğruyor.
Beyaz yakalının statüsü ve konumunda önemli bir yere sahip olan “patronla iş yemeği” koca için Yonğhe’nin “anlamsız tuhaflığı” nedeniyle kâbus olmaktan öteye geçemiyor. Kocanın çaresizliğe düşerek Yonğhe’nin anne ve babasına durumu haber vermesiyle ‘aile büyükleri’ ziyarete gidiliyor. Ziyaret sırasında aşırı tutucu olan babanın tepkisi, kızı üzerinde çocukluğundan beri olan otoritesinin sarsılmasının da etkisiyle fiziksel şiddete kadar varıyor. Erkeğin hem içeride hem de dışarıda sarsılan egemenliği, toplumun temelini oluşturan aile düzeninin bozulması gibi bilindik motifleri kullanan öykü, temelinde geleneklere saygı ve otorite olan post-modern topluma incelikli bir eleştiri getiriyor.
Yonğhe’nin kâbusları, bu radikal dönüşümü hakkında birtakım ipuçları da barındırıyor. Uzak Doğu popüler kültüründe epey yaygın olduğunu bildiğimiz kan, kesme-biçme, vahşet, ırzına geçme gibi motfiler içeren alabildiğine sapkın ve grotesk düşler, Yonğhe’nin çocukluğuna değin uzanan içine kapanıklığını ve toplumdan soyutlanmışlığını temsil eden bilinçaltı karanlığının dışavurumu olarak ortaya çıkıyor. Marjinalliği sapma olarak niteleyen araştırmaların her seferinde aile/toplum baskısı, sorunlu çocukluk ya da bastırılmış nefret gibi örnekleri model olarak alması Yonğhe’nin rüyalarındaki dipsiz karanlığın ipuçlarını çözümlemede kaynak gösterilebilir. Fakat, yine de Yonğhe’nin gördüğü rüyaların karmaşık yapısı ve tam olarak nasıl bir çocukluk geçirdiğini bilememizin de etkisiyle bu tür çıkarımlar karakterin çok yönlü okunmasına fırsat tanıyor.
Baştan Çıkaran Arzular ve Kadının Metalaştırılması
İlk bölümü kocanın gözünden aktarılan öykünün Moğol Lekesi isimli ikinci bölümü Yonğhe’nin eniştesinin gözünden anlatılıyor. Masa başı çalışan beyaz yakalı kocanın aksine, güzel sanatlar mezunu, çok yönlü bir sanatçı olan eniştenin baldızına yönelik gizli tutkusu, karısının Yonğhe’nin kalçasında yer alan ufak bir Moğol lekesinden bahsetmesiyle başlıyor. İlk bölümde kocanın gözünden cazibesiz ve donuk bir karakter olarak resmedilen Yonğhe’nin öyküsü, kalçasındaki varlığı muğlak Moğol lekesinin eniştesinin imgelerinde yarattığı erotik kıvılcımın etkisiyle farklı bir çehreye bürünüyor. Baldızının çıplak vücudunu tepeden tırnağa çiçek ve dal motifleriyle boyama arzusuyla yanıp tutuşan eniştenin bu kösnül düşleri hem karısıyla hem de baldızıyla olan ilişkisini farklı bir noktaya getiriyor.
Yazar, özellikle kitabın ilk iki bölümünde Yonğhe’nin iç dünyasına mesafe koyarak, hayatında yer edinmiş farklı erkekler (koca-baba-enişte) üzerinde bıraktığı etkiye ve sonuçlarına bir nevi ayna tutuyor. Yonğhe’nin tepkisiz, cılız ve pasif mizacı onu bir sosyal deney objesi gibi merkeze alarak hem çevresi hem de okuyucu üzerindeki yansımasının da temelini oluşturuyor. Gregor Samsa nasıl dış kabuğu (böcek bedeni) içinde mahpus kalmış insanın sessiz çığlığını temsil ediyorsa; Yonğhe’nin kabuğu da kendi karanlık iç dünyası üzerinden sembolize ediliyor. Bu iç-dış ikililiğinin aksine; kabuğu çevreleyen dünyanın önyargı, çıkar duygusu, erkek egemenliği, metalaştırma (kadının metalaştırılması) ve oluşturulmuş kültürel motifler hakkında benzerlikler taşıdığını görüyoruz.
Yonğhe’nin Gizemli Sonu
Kitabın son bölümü, Yonğhe’nin vejetaryen olmaya karar vermesinden tam üç yıl sonra ablanın devreye girerek Yonğhe’yi kapatıldığı akıl hastanesinde ziyaret etmeyi planlamasıyla başlıyor. İlk iki bölümdeki yoğun testesteron salgınından sonra, ablanın ve sonradan devreye göre annenin de yardımıyla kadın şefkati, anlayışı ve korumacılığı ile Yonğhe’nin iç kabuğunun yavaş yavaş çatladığına tanık oluyoruz. Bu çatlak; tam olarak kabuktan kurtulmak sayılmasa da bizi Yonğhe’nin vejetaryen olmaya karar verdiği o anın sonucuna yavaş yavaş yaklaştırıyor. İç dünyası berraklaşmasa da az miktarda belirginleşiyor.
Yazar, burada ortamı (akıl hastanesi) arka planda Yonğhe’yi bir akıl hastası olarak gösterme kolaycılığına girmekten kaçınarak kullanmaya gayret etse de Yonğhe’nin kendi çevresinin bu kolaycılığa yenik düştüğünü görüyoruz. Sonlara doğru Yonğhe, pencereden bakarak şunu söylüyor: “Hepsi, ağaçların hepsi amuda kalkmış duruyor.” Bu sözlerin gizemini ve sembolik anlamını mantıklı bir çerçeve koymak (ya da koymamak?) tamamen bizlere kalıyor.
Vejetaryen; 2009 senesinde sinemaya da aktarılmış ve parlak kurgusuyla özellikle Güney Kore sinemasına, Uzakdoğu kültürüne ucundan, kıyısından aşina olanların daha bir keyifle okuyabileceği bir karakter ve kişilik kompozisyonu sunuyor. Gerek öyküye yedirilmiş, Kafkaesk diyebileceğimiz, insana özgü içsel karanlığın post-modern tezahürüyle; gerekse bunu psikolojik-gerilimden, erotizme farklı duyguları başarılı bir şekilde harmanlayan yalın ve sürükleyici anlatımıyla da ilgiyi sonuna kadar hak eden bir kitap.
Vejetaryen (채식주의자), April Yayıncılık
Yazar: Han Kang
Çevirmen: Göksel Türközü,
Basım Yılı:2017
158 Sayfa